Çarşamba, Ağustos 20, 2008

Rahmete Giden Yol..!

Bu hadise kısa bir zaman önce Amerika’da yaşayan İrlandalı bir grup gencin İslamiyet’le şereflenmelerinin hikayesidir.
Onlar rüyalar ülkesi Amerika’nın arka sokaklarının birinde ve dahi müsait buldukları her yerde toplanıyorlar, uzun zaman önce başladıkları “drug” partilerine devam ediyorlardı. İlaç ve uyuşturucu madde vs. gibi anlamlara gelen drug partileri baylı bayanlı karışık bir grupla devam ediyor ve sık sık bir araya gelip kendilerinden geçiyorlar, doyasıya eğleniyorlardı!..
Bir gün içlerinden birisi artık o eğlencelere gelmez oldu. Aradan birkaç gün geçtikten sonra gruptan biri, daha doğrusu gelmeyen o gencin yakın bir arkadaşı olan bayan, aradı buldu arkadaşını ve sordu: “Ne oldu”, “Neden artık bizlere katılmıyorsun”. Genç, arkadaşı olan bayana artık kendilerine katılmasının mümkün olmadığını, bir daha o tür işleri yapmayacağını, istese de yapamayacağını söyledi. Neden diye sorulunca da artık bir Müslüman olduğunu ifade etti. Evet artık o bir Müslümandı ve onun gerekleri yerine getirmek konusunda kendisini zorluyordu, buna inanmıştı ve kararlıydı. İçinde tarifi zor duygular belirmiş, bir ateş yanmıştı... O ateş onu her türlü kötülükleri yapmaktan alıkoyuyor, elini uzatsa yakacakmış gibi hissediyor ve onun terbiyeciliği altında nefsini gemliyor, kendisine gelen her türlü daveti ve teklifi reddediyordu. Bütün ısrarlara rağmen artık o günahları işlemeyeceğini anlattı. Dininin bunları yasakladığını, günah olduğunu ve sabretmesi gerektiğini uzun uzadıya anlattı arkadaşına telefonda. Bu halden etkilenen bayan kendisiyle buluşmak istediğini söyledi. Onun da ilgisini çekmişti bu büyük değişim ve bu değişimin sebebi olan İslamiyet. Nasıl bir dindi bu, ki bir insanı böylesine bir kısa zamanda bu kadar kesin ve kararlı bir değişime sürüklemişti? Gitti, buldu arkadaşını ve dinledi onu uzun uzun... Dinledi... Dinledi... ve sonunda o bayanın da kalbinde nur-u iman ve İslam parladı Allah’ın inayetiyle.. artık iki arkadaş İslam’ın o geniş ve emin yoluna girmiş ve bambaşka bir hal ve keyfiyet almışlardı... Öyle ki artık içleri içlerine sığmıyor, bu güzelliklerden ve hakikatlerden herkesi haberdar etmek istiyorlardı ve bu içlerinde dayanılmaz ve karşı konulmaz bir hal almıştı.
Yazın kavurucu sıcaklarında küçücük bir kıvılcımla alev alan sararmış yaprakların rüzgarın şiddetlendirmesiyle alev alev tutuşması gibi onlar da herkesi İslam’a davet etmenin cezbesine kapılmışlardı ve ilk olarak eski gruplarındaki arkadaşlarına gitmişlerdi... Onlar da arkadaşlarını dinlediler ve artık inayet-i İlahi ile İslamiyet’le şereflendiler. Artık kendi dünyalarında bir tebliğ, emr-i bil maruf ve nehy-i anil münker başlamıştı.. Onlar artık kapı kapı dolaşıyor, herkese İslam’ı anlatıyorlardı. İlk olarak Amerika’da başladıkları bu gayretlerine artık İrlanda’da devam etme kararı almışlardı. Evet İrlanda’ya gitmeliydiler... Eş, dost, akrabalar, arkadaşlar.. herkes oradaydı. Kendi milletinin fertleriydi onlar her şeyden evvel... Gerçi İslamiyet bütün insanlara hitap ediyordu, herkesi hidayete davet ediyordu. Irk, millet, din, yaş vs. ayrımı yapmıyordu.. fakat insanın kendi milletini ve milliyetini sevmesi de gayet tabii idi. Hatta en evvel yakınlarından, akrabalarından başlamalıydılar Allah’ı ve Rasulünü (aleyhissalatu vesselam) anlatmaya.
Artık İrlanda’da kapı kapı dolaşıp herkesi İslama davet ediyorlardı bildikleri kadarıyla ve dilleri döndüğünce... O coğrafya insanının kültürel hususiyetinin bir tezahürü olarak, genelde birbirlerini arayıp sormazlar, kim ne halde merak etmezlerdi, içtimai hayatlarında bizim kültürümüzdeki gibi bir yardımlaşma anlayışından uzaklardı. Belki de devletin sağladığı sosyal imkanların genişliği neticesinde böyle bir hal almıştı toplum. İşte böyle bir toplumda garip karşılanabilecek bir iş yapıyorlardı bu çiçeği burnunda Müslümanlar... Soğuk görünüşlü, insanın içine kasvet salan o atmosferde insanlara bir şeyler anlatabilmenin derdine düşmüşlerdi. Tıpkı İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (aleyhissalatu vesselam) yaptığı gibi. O, bulduğu her fırsatta, az demiyor çok demiyor, bir iki kişi bile olsa yanlarına yaklaşıyor ve onları İslam’a davet ediyordu.. Kâh kovuluyor, kâh onların hücumuna uğruyor, bazen çocukları peşine takıp taşlatıyorlardı Şefkat ve Merhamet Peygamberini.. ama O (aleyhissalatu vesselam) hiçbir zaman yılmadı ve yolundan dönmedi.
“Onların soyundan bir kişi bile iman edecekse Allah’ım, helak etme onları. Zira onlar beni bilmiyorlar, bilselerdi yapmazları!..” diye kaç defa dua etmişti Rabbisine... Şimdi 21. yüzyılda şiddet ve hiddetle yoğrulmuş, maneviyata alabildiğine uzak dünyasında, İrlanda’da bazı evlerin kapıları tıklatılıyor ve Gül devrindeki manzaraya benzer manzaralar yaşanıyordu.... Bazıları olumlu yaklaşıyor, bazıları hiç ilgilenmiyor, bir kısmı ise çok sert davranıyorlardı. Derken bir gün yine öyle kasvetli, karanlık görünüşlü bir binanın kapısını çaldılar.. açan olmadı ama onlar vazgeçmediler... Tekrar.. tekrar.. derken aradan yaklaşık beş dakika geçmişti ki kapı açıldı... Halinden anlaşıldığına göre hayattan bezmiş belki hayattan bin defa ziyade ölümü tercih eder görünümde bir insan çıktı karşılarına. Sertçe bir eda ile karşıladı onları.
“Neden” dedi, “neden beni rahatsız ediyorsunuz.... kaç dakikadır kapımın zilini çalıyorsunuz... rahat bırakın beni” dedi... Fakat bu sert çıkış yıldırmadı onları. Birkaç dakika müsaade istediler.
“Biraz izin verin size çok önemli bir şey getirdik” dediler. “Size çok kazançlı bir ticaret teklif etmeye geldik” dediler. “Öyle bir ticaret ki, size ebedi bir saadet kazandırmakla beraber dünyada dahi mutluluk ve huzur kazandıracak bir ticaret” dediler.. Yaşlı adamın ilgisini çekmişti gençlerin bu ilginç teklifi.. Zaten kaybedecek neyi vardı ki kendince... Aslında kaybedilecek şeyin kıymetini bilse böyle düşünmezdi ama bilmiyordu.. bilmiyorlardı ve halen bilmeyenler bilenlerden çoğunluktaydı..
Evet kaybedilen imandı.. ve iman insan için en kıymetli hazineydi. Öyle bir hazine, öyle bir cevherdi ki iman, insanın ebedi saadeti kazanması ancak onunla mümkündü. İmansız bir ölüm karşısında sineler kainatın zerrâtı adedince parçalansa sezaydı.. ve imanı elde etme, ona vesile olma, bir insanın Allah’ı ve Rasulünü (aleyhissalatu vesselam) tanımasına vesile olmanın değeri, güneşin üzerine doğup battığı her şeyden hayırlı görülmüştü. İşte yaşlı adamın bilmediği bu idi ve neyi kaybedeceğinin farkında değildi... Yine de gençleri içeri davet etti. Dinledi… Bu dinleyiş onu öylesine kendinden geçirmişti ki o esnada kulakları sadece gençleri duyuyor, gözleri sadece onları görüyordu ve her şey adeta lâl kesilmişti... Bir şeyler oluyordu, kalbinde bir sıcaklık belirmiş ve gittikçe bütün vücudunu sarıyordu ve ruhunun baştan ayağa yunup yıkandığını hissediyordu. Sonunda hak batılı galebe çaldı ve o yaşlı adam da hidayet nuruyla nurlandı. Evet bir insan daha ebedi azaptan kurtuluş yoluna sülûk ettirilmişti. Elbette çok ama çok sevinilecek bir hadiseydi bu.. İhtiyar adam gençleri binada birkaç kat yukarı çıkardı. Bulundukları odanın ortasında tavandan aşağı doğru sarkan bir ip ve ucunda ilmek, kendine gelecek olan kurbanların bekleyen bir arslan ya da kedi gibi sessizce ve usulca pususunu kurmuş yaşlı adamın gelmesini bekliyordu... Ve ihtiyar gençlere durumu şöyle izah etti :
“Ben” dedi. “uzun zamandır bir arayışın, bir boşluğun içindeydim. Ne olduğumu, ne için yaşadığımı bilmeden yaşıyor, hayatımın anlamının ne olduğunu bilememenin verdiği ızdırapla her gün ayrı bir zehir yudumluyor ve her gün bilmem kaç defa ölüyordum. Sonunda karar verdim, intihar edecektim. Böylece bütün sıkıntılarımdan ve anlamsız bir hayat ve onun yükünden kurtulacaktım. İpi hazırladım, sandalyenin üzerine çıktım ve ilmeğe boynumu geçirdim. Ve şöyle haykırdım varlığını tam olarak bilmediğim, kabul edip etmemekte kararsız kaldığım, var mı, yok mu bilemediğim Allah’a karşı: Eğer varsan şu anda göster kendini, göster yoksa artık yaşamak istemiyorum! Tam ayağımla sandalyeye bir tekme atacaktım ki kapının zilinin çaldığını duydum. Israrla çalan bu zile kimin bastığını merak ettim ve biraz da o sinirle sonunda kapıyı açmaya karar verdim. Sonrası ise zaten malumunuz...”
Ebedi hüsran çizgisinden ebedi saadet kapısının eşiğine baş koyuş ve bu yolda harcanan gayretler ve emekler... Bütün bir insanlık işte böyle bir fedakarlık, aşk ve şevkle dolu bir dinamizmle mücehhez bir insan modeli, bir nesil bekliyor... Ne zamana kadar tehir edeceğiz bu esas var oluş gayemizin gereklerini yerine getirmeyi? Ne zaman vazgeçeceğiz oyun oynamaktan.... Ölümü mü bekleyeceğiz? Ya da yataklara düşüren bir hastalığı mı? Yoksa azdıracak bir zenginlik ve sonunda haybet ve hüsran mı bekliyoruz? Ya da Allah’ın kahredici bir azabı mı bizi uyandıracak bu derin uykudan?.. En iyisi ehl-i küfür ve dalâletin şerrinin eziciliği altında ezilmeden zalimin kılıncıyla tedib edilmeden ve dönülmez akşamın ufku belirmeden ve keşkelerin ağına düşmeden kendimize gelelim. Zira bazen –hafizanallah- keşkelerimiz de fayda vermeyebilir.

Hiç yorum yok: